Deneme
Kırmızı Rugan Ayakkabı
Yeşile çalan bir ışık vurmuştu yüzüne. Alışkın olduğu açık yeşil bir ışık. Her sabah aynı saatte, ancak otuz adet simit sığdırabildiği tablasıyla ”hayatın koşuşturmacasını beş geçe” yine aynı yerdeydi. Sahil kenarında onlarca bankın tam ortasında müşterilerini bekliyordu. Günün ilk saatlerinde satmak için, eğer satılmayan simit kalırsa akşamüzeri martılara huzur karşılığında takas etmek için. Hayat çukuru gözleri çevreye bakmıyor, dua ederek tablasıyla uğraşıyordu. Bir de varlığını iki dakika yirmi saniyede bir kontrol ettiği bozukluklarıyla…
İlk gördüğü anda kendisini tanımakta zorlanmıştı ama o yeşil çok netti. Onu en son gördüğünde kendisini saatlerce izlediğini bilmiyordu. Oysa otobüse bindirip saçlarını okşayarak uğurladığı bu kızı otobüsün kaybolduğu an’a kadar izlemişti, ”belki de hayal görüyorum” diyerek… Her ne kadar elif bunları görmese de, bu yeşil gözler o gün dakikalarca otobüsü, saatlerce de onsuzluğun meydana getirdiği anlamsız boşluğu izlemişti. Bir insan otobüsü neden kaybolacağı an’a kadar izlerdi ki? Gittiği belli, dönmeyeceği belliyken bunu neden yapardı ki? Belki de sadece kaybolmasını bekliyordu ayrılığı kabullenmeye başlamak için. Bir de onsuz toka satan dükkânlar vardı artık bu şehirde. Sokaklar birer harabeydi, onun kahkahasıyla coşmadıktan sonra. Ufukta kaybolan bu defa onun güneşiydi, eşinin biricik emaneti olan kızıydı…
Bir gün geri dönmeyeceğini biliyordu oysa. İnsanın beklediğinin gelmeyeceğini bilerek bekleyememek mi, yoksa cılız bir umutla son nefesine kadar beklemek mi daha acı vericidir? Bence en acı olanı ”sevdiğini bekleyebilmenin” bile insanın elinden alınmış olmasıdır. Düşünsenize, sevdiğiniz ölmedi ama size bekleyebilme imkânı da verilmedi. Elinizdeki tüm umutlar tedavülden kaldırıldı. Bu andan sonra artık umuda yer yoktur. Bahçe kapısı açık bırakılmaz. Her akşam sofraya bir tabak fazla konmaz. Bir de artık her bayram kırmızı rugan ayakkabının bir numara büyüğü aranmaz. Sahi gelmeyecekti değil mi, bir numara büyük aramaya gerek var mıydı ki? Bu arada kızı bunca zaman sonra kaç numara ayakkabı giyiyordu ki…
Geçmişti işte yıllar. Kimilerine göre yıllar, kimilerine göre asırlar, bazılarına ise bir ömür… Artık tek yaptığı şey ölümü beklemekti. En azından bu hak verilmişti ona. Ölümü bekleyebilecek kadar yaşlanmıştı ama asla yaşamamıştı. Zaten yaş’lanmak sadece daha fazla takvim yaprağı koparmaktı, daha fazla yıllanmaktı ama kesinlikle tek başına yaşamak demek değildi. Düşmemek için zorlandığı anlardan biriydi, iskemlesine oturdu. Boynundaki muskayı açtı ve içinden küçük bir kâğıt çıkardı. Elif neredeyse her gün görmüştü bu kâğıdı. Yine aynı seremoni olmuştu. Kâğıt çıkmış, gözlere yalnızlık çökmüş ve derin iç çekmelerle tekrar yerine konmuştu.
Tam onbeş yıl önceydi. Eşini kaybetmiş bir adama hayatındaki en değerli varlığının, kızının, çok hasta olduğu ve biran önce yurtdışında tedavi olması gerektiği söylenmişti. Eline tutuşturulan tahlil sonuçlarıyla kendini koridora zor atmış ve terlikleriyle oynayan kızının yanına oturmuştu. Etrafta çalışan hemşireleri görünce küçük kız dayanamadı: ”Baba, çocukların anı acımasın diye hemşire ablalar küçük iğne kullanırmış doğru mu?” Bir ömür sığardı bu söze, kızının ölümle pençeleştiğini öğrendiği o an hastanede… ”Hadi kızım gidip ayakkabı alalım sana.” hani gücümüz yetmez, en sevdiğinizin isteklerini yerine getiremezsiniz ve bir gün son isteği olduğunun farkında bile olmadan o sevdiğiniz sizden bir şey ister, siz tüm dünyayı ayaklarına sermek için var olan bütün gücünüzü kullanırsınız ya, bu an’ı yaşayan baba da aynı şeyi yapmıştı. Kızını aldı ve bir ayakkabı dükkânına girdi. Cebindeki tüm paraya bir de kolundaki eskimiş saati ekledi ve uzattı dükkân sahibine. Kızı, babasının utandığını göremeyecek kadar meşguldü minik ayakkabıları seyretmekle. Babası kızının ayağına tam olarak uyacak şekilde kırmızı bir rugan ayakkabıyı ona giydirdi. İçerideki yaşlı bir teyze çocuğa ”Kızım sana bir numara büyük alalım, seneye de giyersin.” dediği anda babasının gözüne toz kaçmıştı. Bütün hayatını biranda kâbusa döndüren o kara haber, kızının son mutluluğu gözüne kaçmıştı. Babanın gözleri doldu, düşünceleri dondu. Kalbi sesine galip geldi, sadece kendine fısıldayabildi: ”Önümüzdeki sene… Kızım o kadar bile yaşayamayacak…”
Çocuk odasında elif en yakın arkadaşı Aslı’yla konuşuyordu. Gözleri kocaman, üzerinde balon etek olan, siyah saçlı bebeğine nefes nefese anlatıyordu: ”Aslı bak babamla ne aldık, bu kırmızı ayakkabılar artık benim. Ama hiç giymiycem. Babam eğer önümüzdeki yıla kadar kendisini üzmezsem sana da alacağını söyledi.” Minicik göğsünde bastırıp okşadı Aslı’yla ruganları. Salondan kızının sesini duyan baba mırıldanıyordu ”…önümüzdeki yıla kadar üzmezsem…” Bakışları iyice düştü: ”Üzme beni kızım, en büyük üzüntüm olma…”
Çocukluk arkadaşı fatih her zamanki sesiyle uyandırmıştı onu: ”Abim, bana bak abim! Kızın seni bırakmadı ama sen hepimizi bırakıyorsun böyle yaparak.” Ruganlar kadar kırmızı ama denizler kadar ıslak gözlerle baktı kadim dostuna: ”Fatih abim bir çare bul, kızım yaşasın istiyorum. Ben onun yaşadığını bilmek istiyorum. Bir babanın en büyük acısı çocuğunu toprağa vermektir. Hiç bir anne baba çocuğunun öldüğünü görmemeli. Kendi canım gidecek olsaydı bu kadar yanmazdım. Senin karşında, kızının son isteğini yerine getiren bir babanın çökkünlüğü var. Ben şimdi kızıma kefen mi bakacağım sen söyle…” Sessizlik. Öyle bir sessizlik oldu ki ilk defa ses’ler: ”Allah’ım canımızı al.” diye haykırdı. Hiç bir anne baba çocuğunun öldüğünü görmemeliydi… Çayını yudumlayan fatih ancak on dakika sonra sessizliği bozabildi: ”Şimdi bu hastalığın bir tedavisi var ama o da çok pahalı değil mi? peki biz bu parayı karşılayacak birini bulamaz mıyız?” Bir umut devşirdi gözlerinde ve kulak kesildi dostunun umut veren sözlerine: ”Benim çok sevdiğim çok yakın olduğum Hüseyin diye bir doktor arkadaşım var. Yıllardır çocuğu olmayan, dertli ama çocuk sevdalısı bir adam. Ben onunla bir konuşayım.”
Uzun yıllar geçmesine rağmen babasını tanımakta hiç de zorlanmamıştı Elif. Tam dokuz yıl olmuştu gideli, aslında gitmek zorunda olalı. Bir haftadır her gün babasının yanına kadar geliyor ve aynı ağacın arkasına saklanarak onu gözetliyordu. Her gün muskadan çıkarılan kâğıt, öpüp koklanılan minik rugan ayakkabılar ve derin iç çekmelerle denizi seyredişler… Babası onun yokluğuna da babalık yapıyordu ki babalar yokluğa bile kavuşma devşirerek yaşarlardı. Yoksa yaşamak ölümden ucuza kaçardı… Derin bir nefes aldı elif ve babasına doğru yürümeye başladı. ”Buyurun hanım kızım, simit mi istediniz?”. Elif eğildi ve simit tablasının altından kırmızı rugan ayakkabıları çıkardı. Bir eliyle ayakkabıları, diğer eliyle babasının elini tutarak ağlamaya başladı: ”Emanetimi almaya geldim. Küçük bir kızken sana emanet ettiğim ayakkabılarımı almaya geldim Baba!”. Beyazın siyaha galip geldiği sakallar, göz torbalarının hasrete yenik düştüğü haykırışlar ve bir babanın umuttan pişirdiği gam dolu yüreğiyle kalktı yerinden ve sarıldı kızına… Sözler kelamdan düştü, gözler ise hasrete bir daha yenik kaldı. ”Kızım!” diyebildi sadece, boğazına bir şey düğümlenmedi. Hiç bir düğümün kapatamadığı kadar çok acı çekmişti, her şeyden öte çok beklemişti, çok özlemişti… İskemlesine oturttu kızını ve yılların hasretiyle ilk sorusunu sordu, bir babaydı o, yıllar geçse de babaydı: ”Aç mısın kızım? Bak burada bir sürü simit var. Ayakkabıların emanetimdi, her gün yanımda getirip götürüyorum, olur da ev diye kaldığım yerden belediye bir gün beni sokağa atarsa kaybolur diye her gün yanımda taşıyorum…”
Saatler birbirini kovalamış, ilk şaşkınlık, uzun yılların özlemi yerini Rahman’a şükür dolu dualara bırakmıştı. Yıllar önce fatih abim dediği dostunun yakın arkadaşı olan doktor Hüseyin’e gitmişlerdi. Hüseyin çocuğu sahiplenmiş, yıllar sürecek olan tedavisinin tüm masraflarını karşılayacağını ve bir gün tedavisi biterse kızını geri getireceğini söylemişti. Ancak son bir yıldır Hüseyin bir türlü babasına ulaşamıyordu. Fatih’in mezar taşına işlenmiş bir kaç satırdan yola çıkarak burayı bulmuşlardı. İki yıl kadar önce vefat eden fatih’in mezar taşına vasiyeti üzerine şöyle yazılmıştı: ”Biz üç dosttuk, birimiz çok erken uçtuk. Diğeriniz ben olursam eğer üçüncümüz ilk tanıştığımız yerde beklesin ölümü. Hani dostluğun ilk adımı olan, huzur dolu… Mahallesinde, martılara komşu olarak beklesin. Ya ölümü ya da kızını beklesin…” Hasret bitmişti, yıllardır beklediği kızı karşısında duruyor ve daha beş altı yaşlarındayken emanet ettiği ayakkabısını göğsünde sıkıştırmış babasına bakıyordu. Babasından ayrılmak istemediği o günlerde zorla evden çıkarılırken gözü babasının binbir güçlükle aldığı rugan ayakkabılarına takılmış ve ağlamaktan kan çanağına olan gözlerini babasına dikmişti: ”Al baba bunlar sende kalsın. Bir gün bu amcalar beni geri getirirse ayakkabımı bana geri ver, sakın kaybetme. Eğer beni geri getirmezlerse o ayakkabıları kendinle cennete götür babacığım…” O gün gerçekten çok zor geçmişti.
Umudu tükenmek üzereyken gelmişti kızı. Yorgundu ama mutluydu. Elleri titriyor, bakışları kayıyordu. Sendelemeye başladı ama belli etmedi kızına. Kendisine hep aynı soruyu sormuştu: ”Ölümü ve kızımı bekliyorum. Peki ya ikisi ardısıra gelirse. Kızıma doyamadan göçüp gidersem ne olacak?” Zoraki açtığı gözlerini kızına çevirdi. Bir eliyle göğsünü sıkıştırıyor, diğer eliyle de Elif’in henüz ne olduğunu bilmediği o kâğıdı tutuyordu. Son sözlerini söyleyen bir babanın yorgunluğu vardı. Beklediği ikinci hasretin de gelmek üzere olduğunu anladı ve son nefesiyle dilinden şunlar döküldü: ”Kızım… Bu kâğıda o gün söylediklerini yazdım. Olur da bir gün hafızamı yitirirsem, kendimi kaybedersem üzerimde bu kağıdı bulanlar ne için bu rugan ayakkabıları yanımda taşıdığımı anlayacak ve bana yardımcı olacaktı. Ben gidiyorum kızım, sakın üzülme sen geç gelmedin, ben yorgun düştüm. Senden son isteğim bir gün kızın olursa uğruna günlerce aç kaldığım ama giymene bile doyamadığım, ayrılığından sonra yıllarca her gün yanımda taşıdığım, senin hasretinle her gün öptüğüm, geceleri senin kokunla uyuduğum bu ayakkabıları kendi kızına giydir. Ona dedenin ikimize hediyesi dersin. Yıllarca dedenin kızım diye sevdiği ayakkabılarım dersin. Hoşçakal kızım, hoşçakal…”
.
.
.
Bir Çift Kanlı Küpe
Gecenin en karanlık anlarından biriydi, sessizliği bozan hastane telefonlarıyla birkaç hastanın inlemesinin birbirine karıştığı, can pazarı olmasa da sıhhat pazarında sinelerin müşteri olduğu bir andı. O an içeri giren bir siluetin feryatları herkesi kendisine yöneltti. Kucağında bir kız çocuğuyla bir kadın girdi içeriye, annesi olduğu o yüreğin çığlıklarından çoktan belliydi. Her yürek öyle haykıramazdı, her gönül o haykırışta ahreti hatırlamazdı… Vicdan bir an sükût etmişti, zira yürek acısında sıra bir annedeydi…
Koşuşturmalar başladı, kanların her tarafa saçıldığı ve annenin ‘‘ne olur kızımı kurtarın’’ bağırışlarıyla herkes çocuğun yanına koştu. 4-5 yaşlarında, her tarafına kan sıçramış, gözlerinde şişlikler, üzerinde yırtık elbiseler ve kan içinde saçları vardı. Kan kırmızı saçlardan ayırt edilmesi zor bir küpe ve toka ise kendini çok sonradan fark ettirmişlerdi. Çocuğun elbiseleri çarçabuk çıkarıldı ve kurtarma işlemlerine başlandı. Damlayan her kan huzmesinin çıkardığı sesle yürek sızısı da şiddetleniyordu annede, çünkü dakikalar geçtikçe annenin yüzündeki solmalar da artıyordu…
İlk işlemlerin bitmesinin ardından yaralar yıkanmaya başlanmış ve böylece kızın yaralanmasının şiddeti de daha net olmaya başlamıştı. Gözlerinde hangi rüya olduğu elbet bilinemezdi ama kokusuna bir annenin korkusu çoktan yerleşmişti… Köşede bir sandalyeye yığılmış olarak yaşlı gözleriyle kızından akan kan rengindeki suya bakıyordu. Sol eli göğsündeki acıyı hafifletemiyor, gözleri evlat yangınına kâfi gelemiyordu…
Trafik kazası sonucunda kırıkların olduğu yerleri saptaya bilmek için durumun ciddiyeti biraz giderilince çocuğa röntgen çekmeye başladık. Bunun için sedyeyle tomografi odasına doğru çocuğu götürmeye başladık. Sedyenin bir ucundan tutan annenin tavrı sanki bir son yolculuğa uğurlamaydı… Odanın önüne geldiğimizde içeride var olan hastanın çıkması için biraz beklemeye başladık. O esnada asistan abinin gözü kızın küpelerine takıldı. Üzerinde metal bir şey kalmasın diye küpeleri çıkarmaya başladı. Bana verdiği küpeleri ‘‘annesine uzat’’ dedi. Avucumda kanlar içinde iki adet küpe… Uzattım anneye ama o uzatamadı elini… Gözleri ağlamaktan şişmiş, titreyen ellerini son gücüyle bana doğru yaklaştırdı. Avuçlarına bıraktığım kızının emanetleriyle eli kan içinde kaldı. Sustu… Ölüm sessizliğinin manasına büründü. Önce her tarafı kanlar içinde, gözlerini bile açamayan, kendisine cevap veremeyen, ebediyete uğurlamaktan korktuğu yavrusuna baktı. Sonra da avuçlarına… Onları kızına doğum gününde aldığını söyledi, ‘‘anne ölene kadar kulaklarımda kalacak bunlar’’ diye kızının sözlerini tekrarladı… Avuçlarını sıktı, başını öne eğdi, belki de kızına ait son parçayı tutuyordu ellerinde… ‘‘Ölümünden önce üzerinden aldığım son eşyan bu kızım’’ diyerek haykırmaya başladı:
‘‘Ben sana cennet yuvası olamadım, ben sana O’nun emaneti gibi bakamadım. Ama sen yavrum, sen benim can kuşum; sen bana bıraktığın bu son parçanla ölene kadar beni ağlatacaksın… Babanın üç kuruş uğruna bu küpe uğruna can verdiği o günün üstünden daha bir yıl geçmeden sen de bana bunları bırakarak, bana babanın emanetini bırakarak çekip gidiyorsun! Selam söyle ona, emanetiniz benim O’na duamdır… Kan içinde kalan ellerim buna şahittir benim canım kızım…’’
Ebediyete uğurlanan küçük bir beden ve ondan geriye kalan bir çift kanlı küpe… İnsan ölümün hasretinden bile ona dair bir parça ile O’na ulaşmaya çalışır. Ebediyete uğurlanan sevgiye bir parçayla sabretmeye çalışır… Peki ya sen… Peki bir gün ben de senin arkandan sığınacak bir şey ararsam ne yapacağım. Neyde senin kokunu alıp o günü, o şeb-i aruzu bekleyeceğim… Aslında biliyorum galiba… Evet biliyorum… Bana verdiğin ilk hediye ile O’na kavuşmayı beklerken senin için sabredeceğim. Bana verdiğin Kuran ile seni hasretle özleyeceğim… Kuran’da O’nu koklayarak ve o kokuda seni bularak geçirdiğim her gün sana ait bir dua olsun… Kavuşmak denilen hasretin anlamı bir çift kanlı küpe kadar gönülden olsun… Onlar kadar iman kokulu olsun…
.
.
.
Adına Karlar Yağıyor
Aşktan bahseder oldu herkes, ama seni anlatmak yalnız bana düştü… Aşk üzerine söylenmiş binlerce söz duydum, ama sadece birkaçında kayboldum… Ben hayatın sıradanlığında serseri bir yaprak gibi kuruyup giderken son nefesimde buldum seni. Aslında sen buldun beni. Ey yar! O güzel ellerinle, ab-ı hayat içirerek hayata döndürdün beni… Sen bir damlaydın oysa İlahi aşkın nazarında, oysa o bile yetti bana. Hâl böyleyken o İlahi sevda kim bilir nasıldır? Beni nasıl kavurur, gönlümü hapseyler… Kim bilir, belki de sen bana bir elçisindir O’na ulaşmak uğruna… Sen benim yoldaşımsın semaya ulaşmaya…
Adına karlar yağıyor gözlerine her baktığımda, vuslatı bekleyen ateşimi söndürmek umuduyla… Gücüm yeter mi bilemem yarına kavuşmaya, lakin sensizliği hayal etmek çoktan benim kâbusum oldu… Benim aşkım su misali, her güzellikte senin şeklini alıyor. Baktığım her güzellikte seni görmek, her güzel konuşmada seni duymak ve her gün yeniden bir kez daha seni seviyorum demek… Ben bunlarla aşıyorum her zorluğu, yarına beni ulaştıracak her şey sen kokulu, sen boyalı. Tükenmiş bir lugatta seni anlatmaya çalışıyorum, oysa neyim kaldı ‘‘seni seviyorum’’ demekten başka…
Şefkat dolu sinene başımı yaslayabilsem keşke, ne dert kalır geriye ne de bir keder… Hüzün kelimesiyle adın geçmedi herhangi bir cümlemde, aylardır devam eden hep aynı aşkla, hep aynı ümitle… Teslim olmadan teslim alamazsın demiştin, sana teslim olduğumdan beri esaretime âşık oldum… Katıksız ekmek olarak verdiğin sevgine âşık oldum… Umut renkli zindanına âşık oldum… Ve güneş misali, ayda bir gördüğüm gözlerine âşık oldum… Senin esaretin soğuk ve karanlıklardan bihaber… Ve ben mutluyum bu esaretten… Bu müebbetten…
Bir damla gözyaşın yere düşmesin diye gösterdiğin çabaya hayran olmuştum… İnsan iki sebepten ağlar, ya çok mutludur ya da çok mutsuzdur… Gözlerime bakıp ağlamana âşık olmuştum, ‘‘mutluluktan ağlıyorum’’ deyip kendini tutamamana âşık olmuştum. Adına karlar yağıyor sevgilim!… Vuslatın her gün biraz daha fazla yaksa da içimi, senin ümidinle dayanıyorum bu nâr-ı sevdaya… Gözlerim sana hayran, gel artık sevgilim mahmurluğumda uyan… Ben serseri bir kuru yaprak, sen gözlerimdeki ab-ı hayat ve kurduğum her cümle sana ulaşmaya çalışan ellerime yoldaş… Gözlerinde yer varsa oraya geliyorum… Gözlerinde yaşamaya, seninle yaşlanmaya… Ben bir kuru yaprak, savruluyorum her gün biraz daha sana…
.
.
.
Beyaz ve Siyah
Umuda yolculuk benim adım… Ya da sonsuz bir sükûta davet…
Kar yağmalı yeniden o yüzlerce hayale… Her gün dünden daha güçlü bağlarla sarılmalı kader çizgileri. Bilinmeyen yarınlara daha korkusuz göğüs gerilmeli. Dua tahtında el pençe divan durmayı ihmal etmemeli… Zayi etmemeli verilen bir nimeti. Bir karıncanın buğday tanesine sahip çıktığı kadar bu hayata sahip çıkılmazsa omuzlara binecek yükün takatin çok ötesinde olduğunu bilmeli! Bilmeli ve ayık durmalı yaşadığı her günün her anında! Aşk sarhoş eder adamı, bazen dünyaya, bazense Allah’a… Nefis neticeden efdal kabul edilmemeli. En büyük netice: O’na gitmek gibi…
Çığlıklara susmayı öğretme vaktidir gönlümün bu mevsiminde… Kuşkonmaz tepesi kadar sakin, bir kalem kadar dürüst olma vaktidir… Matlaşmış bir kâğıda beyaz olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum. Bir kefen gibi, bir gelinlik gibi… Evet ben siyahım, kalemim hep siyahtı, mürekkebim siyahtı! Anlattıklarım, yaşadıklarım beyaz olmayı hak etmiyordu! Ben güzel bir resim çizemezdim, kalemim renkli bir dünyaya tercüman olamazdı o bembeyaz sinede… O beyazlık, ruhumun canını çakıl taşı gibi sıkmalıydı avuçlarında… Attığım adımlar güneşe sırtını dönmeliydi… Beyaz benden her zaman çok ötelerdeydi… Bir defa uğradı şiirlerimin miracına… Bulaşınca kir, pas dayanamadı o bembeyaz maneviyat…
Gün sustu yine ve benim zamanım başladı… Siyah bana en çok yakışandı… Sonsöz benden geçmişime ait en büyük parça olmalı…
Şimdi ak düşer saçlarıma… Ve ben onlardan da… Ebediyen utanırım…
.
.
.
Hüzün Dolu İlk Adım
Günlerden Ramazan… Havanın sıcaklığını neşelendiren tek şeyin çocuk kahkahası olduğu pediatri bölümünde gastroenteroloji polikliniğinde hasta bakıyorum. Her insan bambaşka bir âlemdir; kimi sevince, kimi ise hüzne dair anlamamız gereken her şeyi anlatır bizlere. Eğer bütün gönüllere bir kâşif olarak bakarsak çok daha iyi anlarız hayatı. Kiminde ‘‘bir çift kanlı küpe’’de olduğu gibi anne sevgisini anlarız, kiminde ise ölümün bile sevinçle karşılanacağı kadar ıstıraplı acıların dinmesine sevinen bir oğlu görürüz. Aslında herkes ihtiyacı olan duygularla karşılaşır hayatta. Allah kulunun tamamlaması gereken eksik yanları için ona bazı şeylerle hatırlatmalarda bulunur. Ben de: ‘‘kısmetimin heybesinde acaba bugün ne var’’ diye düşünürken hastaları muayene odasına almaya başladık.
Bir süre sonra içeri giren bir hasta diğerlerinden farklı bir şekilde dikkatimi çekti. Çocuk on yaşındaydı ve aynı zamanda nörolojik problemleri de vardı. Yani gelişimi hem fiziksel hem de zihinsel olarak geride, yaşına rağmen kendisine yeterli gelmeyen bir çocuk hayal edin. Elbette bu duruma ailesi alışmış olarak düşünüyordum çünkü çocuk dediğim gibi on yaşındaydı. Ancak bu alışmışlığın ne boyutta olduğunu, aileye bir şeyler kazandırdığını mı yoksa kaybettirdiğini mi bilmiyordum. Benimki sadece oldubittiye verilmiş bir düşünceydi. Bunun doğruluğunu anlamak ve hayata dair yeni bir keşif daha yapmak için onları daha dikkatli incelemeye başladım…
Eğer: ‘‘insanların hayatta en çok zorlandığı şey nedir’’ diye sorulsaydı cevabım şükür olurdu… Öyle büyük bir hazine ki, ama bir o kadar da nazlı ve gizli bir hazine. Tıpkı bir define gibi, emek verilmeden meşakkatine katlanılmadan kıymetini toprak altından çıkarmak mümkün değil. Ben şükretmenin ne olduğunu işte bugün anladım. Daha önce de anlamam için çok fırsatım olmuştu. Örneğin babamı dinlemiştim: ‘‘Evladım, ben eskiden pazarda buz satardım. Hep kısa sürede satmak zorundaydım. Çünkü eğer bir saat bile geciksem tüm sermayem su olup akardı şu toprağa ve size bakamazdım… Ama çok şükür ki yine de size bakabilmem için bir imkân verdi Allah…’’ Ya da şunu hayal edin; ekmeğinin arasına koyarak yiyebileceği tek şeyin sadece kırmızı pul biber olan bir inşaat işçisini, ‘‘ya ekmeği olmayanlar ne haldedir’’ diyerek öğle yemeğini (!) iştahla yiyişini hayal edin… Ya da düşünün bir; hep hayal ettiğiniz bir mutluluk tarifiniz olsun ve hiç ummadığınız bir gecenin sabahına o mutlulukla uyanın. Geceyi ne kadar gözü yaşlı bitirip o sabaha güneş gibi doğan umutla uyanın, ‘‘çok şükür, her şey geride kaldı’’ sözleriyle selamlayın şükrün sebebini…
Her şeye rağmen eksik kalan bir yanım vardı ki bugünü de yaşıyor ve içim sızlayarak izliyordum çocuğu… Yaşıtları koşup oynarken, okula gidiyor, kitap okuyabiliyor, konuşabiliyorken sadece emekleyebilen ve bunu dahi yeni başarabilen, tek sözü yarım yamalak ‘‘anne, baba’’ olan bir evlat ve onun şükür timsali babası… Çocuk sedyenin üzerinde hafifçe topladı ayaklarını ve emekledi sadece bir adım boyu kadar. Babasına baktığım duyduğum tek kelime ‘‘elhamdülillah’’ ve yüzünde bir tebessüm. On yaşında bir çocuğunuz var ve çocuğunuzun yapabildiği tek şey emeklemek ve siz buna ilk defa şahit oluyorsunuz. Yapabildiğiniz tek şey ise tebessüm etmek… Bir tebessüm hiç bu kadar anlamlı olmamıştı hayatımda, bir şükür kendini bu kadar hissettirmemişti… İnsan değerini kaybetmeden anlayabiliyorsa ona şükretmek denir. Ama bu baba on yıl olmasına rağmen kazanamadığı bir şey uğruna, sadece bir emekleme uğruna tebessüm edebiliyordu… Çocuğa baktım ve ‘‘maşallah sana’’ diyebildim sadece… Çünkü daha fazlasına gücüm kalmamıştı. Çünkü şükrünü kaybetmeden eda edebileceğim sahip olduklarımı düşünmem epey zaman alacaktı…
Aldığımız nefes bile sayılı; günü geldiğinde ne bir fazla, ne bir eksik… O zaman şuanda nefes alabilmek bile bir nimettir, hatta aldığımız nefesi geri verebilmek de bir nimettir. Düşünebilmek, Allah’ı, ailemizi, doğayı, her şeyi düşünebilmek… Hayal edebilmek… Sevebilmek… Kimseden destek almadan yürüyebilmek… Farklı coğrafyalarda olup evimizden ayrılmak zorunda kalmamış olmak… Her gün ‘‘yarın ne yiyeceğim’’ diye düşünmek zorunda kalmamak… Açlıktan dolayı karnına taş bağlamak zorunda kalmamak… Ayakkabı diye plastik bir şişeye ip takarak onu giymek zorunda kalmamak… Şükür sahip olduğumuz şeylere ‘‘elhamdülillah’’ deyip daha azına sahip olanları düşünebilmektir aslında… Hep daha fazlasına niyet ederek kaderin eşitsizliğinden dem vurmaktansa daha azını düşünerek şükredecek bir kapı aralamak… Tıpkı nefes almak gibi… Ya da hüzün dolu bir ilk adım gibi…
Belki de her şeye rağmen tebessüm edebilmekti…
.
.
.
Ve Baharım
Günün yorgun saatleri… Zaman tembelleşmiş, ilerlemek istemiyordu. Kalbindeki her zamanki yerindeydi, aynı acıyla yol almasına sebep oluyordu. Perondan uzaklaşalı günler olmuş, geride geçmişe dair hiçbir iz kalmamıştı. Aslında trene binme sebebi de buydu, geçmişten uzaklaşmak ve geride bırakmak her şeyi. Hani o yeni bir sayfa dedikleri olay yerine, sayfa teferruatını geride bırakıp yeni bir kalem olma uğruna bu yolculuğa çıkmıştı. Menzil uzaktı ve belki de son nefesini bu uğurda sarf edecekti… Bu yolculuk güneşi yeniden görme uğruna değer miydi? Güneşi yeniden gör(ebil)mek… Ne uzak bir hayaldi aslında…
Yolculuk hiç mola vermeden devam ediyordu. Soğukluk artık iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Yalnızlık ise kaderiydi kalbi ile kendisi arasında. Ve bu yolculukta da trendeki tek yolcuydu. Uçsuz bucaksız karanlık tünellerde ufacık ışıkların karanlığa yenik düşüşünü izliyordu. Çantasına uzandı ve çıkardığı bir kâğıda bir şeyler yazmaya başladı: ‘‘Yıllarca güneşin doğmasını bekledim. Ama ben bekledikçe karanlık daha da arttı, hayatım zifiri bir karanlığa teslim oldu. Güneş hiç doğmayacak gibi. Yoksa bu bekleyişim güneşin yüreğini hiç acıtmadı mı? Bir başınalığımın rüzgârı hâlâ aynı sertlikte esiyor ve soğukluk bedenimi hâlâ esir ediyor. Karanlık… Karanlık…’’
Kelimelerin tükendiğini hissetmişti ve yol devam ediyordu. Yazmasına engel olan ufuktaki ışığı seyrediyordu. Yine bir ufacık ışığın karanlığa yenilişini izleyecekti. Belki de yanılıyordu bu defa… Işık her geçen an daha da büyüyerek ona yaklaşıyordu. Yıllar süren esaret bitecek miydi? Perondan ayrıldığı günden beri devam eden soğukluk yerini sıcaklığa bırakacak mıydı? Sorular cevaplara gebeydi elbette ve yanaklarına rahmet boşalmaya başlamıştı bile… Işık giderek büyüdü ve tünelin sonuna vardı…
Güneşle ilk karşılaştığında gözlerini alamadı önce. Yılların hasreti geride kalmış, geçmiş çoktan peronla tüneller arasında boğulmuştu. Sıcaklık bedenine hâkim olmuştu, karanlıklardan ise geriye eser kalmamıştı. Güneş yine gecenin en karanlık hâlinden hemen sonra doğmuş, kendine yakışanı yapmıştı. Ve bahar ise kışın bittiğini tebessüm ederek anlatıyordu. Geçmiş bitmiş ve acısı kalmamıştı artık. Yaşadığı hayat meğer onu bu güneşe hazırlıyormuş. Aydınlığın kıymetini zifiri karanlığın müdavimleri bilirmiş. Ve bahar gelmişti. Geçmişin tamamının önüne bir ‘‘ve’’ yazıyor sonra ‘‘bahar’’ diyordu… Bu baharı her şeyin sonrasına ekliyordu. Yaşadığı onca şey sadece bahardan önce gelen bir ‘‘ve’’ kadardı. Şimdi ise bahar vardı. Aydınlık ve sıcaklık ruhuna işlemeye, hayaller can bulmaya başlamıştı. Yarınım dediği güneşin önünde diz çöküp korkarak konuşmaya başladı:
‘‘Hoş geldin güneşim, aydınlığım, sıcaklığım… Hoş geldin ‘ve bahar’ım… Senden sonraya ekleyecek bir ‘ve’ yok heybemde… Zaten sen bana yetersin… Her şeyden sonra gelen ‘ve bahar’ımsın… Henüz can bulmaya başlayan hayallerimin ebedi yarınısın…’’
.
.
.
Ölüme Dua Etmek
Dua… Her inancın muhteviyatında bulunan ve Yaratan ile kurulan en samimi bağ, O’na ulaşmanın en kısa ve en huzur dolu yolu… Bir şeyleri istemenin ve bir şeylerden sığınmanın yegâne mercisine ulaşmanın en gönülden yolu… Dua; her inancın miracıdır… Çünkü dilemek keyfiyeti yalnız imandan gelir…
Peki ya insan ne diler o dua ile? Dünyalık, ahiretlik ama her ne olursa olsun kul kendi rızası istikametinde diler. Bizler verilmiş bir sermayenin dağıtıcılarıyız. O sermaye ise ömür iken hiç kul ömrünün bitmesini diler mi? Veyahut en yakınının ölümü için semaya el açar mı, gözyaşı döker mi?…
Bundan 5 ay kadar önceydi. Dahiliye stajının onkoloji servisinde intörn hekim olarak bulunuyordum. Herkesin korktuğu, amansız hastalık, kanserle dolu koskoca bir servis. Her hastaya kanser evresine göre yaklaşık bir ömür biçilmiş ve birçok hasta kalan sermayesinden habersiz bir şekilde ömür çetelesini doldurmakla meşguldü… Kim bilir belki daha yakın belki daha uzak, ama mevzu bahis insanın ömrünün son birkaç ayı olduğu ise işler çok değişiyordu; etrafa bakışta, bir bardak suyu dakikalarca uzatarak içişte… Bir daha içemeyebilirim diyerek yavaş yavaş damla damla içilen sular, bir daha göremem diye sakin ama yorgun ve bir o kadar da hüzünlü bakılan oğullar, kızlar, torunlar… Hani sevdiklerinizle birlikte bir tatil yaparsınız ve son gün otogarda veya garda sizi uğurlamaya gelirler. Ayrılmaktan önceki son bir dakikayı hayal edin, güzel geçirilen günleri, eğlenceleri, kahkahaları, bir gün tekrar yan yana gelinebilineceğini düşünün, işte o son dakika bu düşüncelerle o kadar zor geçer ki yaşadığı tatili bile çoğu insan o an unutur ve bir hüzne gömülerek ayrılır sevdiklerinden… Şimdi bir de o günlerin yıllar olduğunu, bir daha eğlencesine, kahkahasına tanık olunamayacağını ve tekrar kavuşmanın mümkün olmadığını hayal edin… İşte ölümü bekleyen o hastalar ve onların yakınları arasında geçen her dakikanın, her bakışmanın, her konuşmanın nasıl bir zehir gibi ölümü her an yaşattığını ve an be an onların defalarca nasıl öldüğünü bir düşünün…
Onkolojide bulunduğum o günlerin birinde bir kişinin gözyaşlarıyla dua ettiğini gördüm. Konuşmak istedim arkadaşça, soru sormadan yanına yaklaştım, o başladı zaten anlatmaya: ‘‘Hocam dayanamıyorum. İnsan öz babası ölsün ister mi! Ama ben istiyorum! Babamın bu hali her gün beni de öldürüyor. Kanser sırtına ilerlemiş diye sırtüstü uyuyamıyor ancak oturarak uyuyabiliyor. Yemek borusu tıkanmış su bile içemiyor. Babam zemzem suyunu çok sever, aldım getirdim ama kaç gündür içiremedim. Keşke bir an önce Hakk’ın rahmetine kavuşsa, kavuşsa da daha fazla azap çekmese doktor bey…’’
O gün hastaneden ayrıldığımda hep bu duayı düşündüm. İçinde hiçbir katkı maddesi olmayan, saf ve temiz o duayı… Ertesi sabah yine sırt çantamı hazırlamış minibüse binerek hastaneye gittim. Dördüncü kata çıktığımda bir telaş, feryat-u figan vardı. Doğruca tahmin ettiğim o dünkü odaya doğru ilerledim. Bir kalabalık o odanın önünde ağlaşıyordu. Sahibinin kim olduğu belli olmayan bir el bir zemzem şişesi taşıyordu, avuçlarıyla şişeyi sıkarak, diğer eliyle yüzünü sıvazlayarak… Beni görünce yaklaştı merhumun oğlu, dünkü duasının kabul olmasına, babasının artık acı çekmeyecek olmasına seviniyor ama onun kaybetmenin verdiği hüzünle yine de ağlıyordu… Elindeki şişeye baktım: ‘‘Kısmet olmadı mı?…’’ diye sordum. Cevapladı ömrünün en yorgun haliyle: ‘‘Olmadı doktor bey… Olmadı… Bir türlü içiremedim bu zemzemi, ama ahdim olsun mezarına son toprağı ben atıp üzerine bu zemzemi dökeceğim. Babam burada içemedi bari mezarı serinlesin! Mezarında içireceğim bu suyu sana canım babam!…’’